31 Mayıs 2013
Münih’teki NSU davasının ilk dört gününe herşeyden öte Beate Zschäpe ve Ralf Wohlleben’in avukatlarının çok sayıdaki ve uzun uzun sundukları dilekçeleri damgasını vurdu. Ama sonunda somut bir şeyler de ortaya çıktı: Dava dilekçesinin okunması ve hangi sanıkların görüş bildireceklerinin bildirilmesi.
Zschäpe ve Wohlleben’in avukatlarının dilekçelerinin “ceza davasının esasıyla” (müdahil dava avukatı Bliwier’in sözleriyle)- yani beş sanığın işlediği iddia edilen suçlarla- ilgisi yoktu ve kısmen de olsa davanın yavaşlamasına neden oluyorlardı. Bununla birlikte Zschäpe ve Wohlleben’in 6 Mayıs’ta gerçekleşen ilk dava gününde sundukları hakimin reddi talepleri bütünüyle yersiz değil. Buna karşın şaşırtıcı olan, başyargıç Manfred Götzl’in önümüzdeki iki duruşma gününü hakimin reddi başvuruları konusunda karar vermek için doğrudan iptal edip davayı 14 Mayısa ertelemesiydi. Tanıkların tahmini, özellikle de bu tarz başvurular olağan olduğundan, kararını daha çabuk vereceği yönündeydi. Bu erteleme orada bulunan müdahil davacılar ve kurban yakınları içinse hem fiziksel hem finansal anlamda, hem de organizasyon açısından yeni bir yük anlamına geliyordu.
14 Mayıs’taki ikinci dava gününde 6 Mayıs’a oranla dikkat çekici şekilde daha az müdahil davacı vardı. O gün de öncelikle savunmanın dilekçeleri ve özellikle avukat Wolfgang Heer (Betae Zschäpe’nin avukatı) ve hakim Götzl arasındaki söz hakkına dair kısmen uygunsuz tartışmalarla devam etti. Dava dilekçesinin okunması şaşırtıcı şekilde duruşmanın ikinci gününde gerçekleşti. Bu bir dönüm noktasıydı, çünkü nihayet akreditasyon süreci hakkındaki uzun tartışmaların ve savunma dilekçelerinin sonrasında formaliteler yerine yeniden NSU’nun eylemleri sözkonusu oldu. Federal savcı Herbert Diemer kurbanların adlarını anarak cinayetlerin vahşetini ortaya koydu.
Federal Savcılık’ın tek gördüğü izole bir gizli örgüt
Ancak dava dilekçesi, Federal Savcılık’ın dava sürecinde NSU’yu nasıl lanse etmek istediğini de gösteriyordu. Sanıklara yöneltilen suçlamalarda olayın tümü göz önüne alınırken, NSU olaylarının bütünü ve örgüt yapısının ortaya çıkarılmasına dair değerlendirmede minimal bir çözüm tercih edildi. Federal Savcılık burada küçük bir destekçi çevresine sahip, büyük oranda izole olmuş ve tecrit edilmiş bir gizli örgüt portresi çizdi. Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın ölümüyle birlikte, bu iki kişinin yanında Beate Zschäpe’nin de dahil olduğu terörist örgüt NSU çözülmüştü. Federal Başsavcı olay yerlerinde yapılan araştırmalar sonucunda Zschäpe’nin saldırılarla bağının olabileceğini açıkçası bir ihtimal olarak görmüyordu. Bunun için elle tutulur kanıtlar yoktu (Federal Savcı Diemer’in davanın başlangıcında yaptığı açıklamadan). Diemer bir basın konferansında, devlet yetkilileri ve gizli servisin NSU olaylarındaki rolünü olduğundan azmış gibi gösterip onun yerine Anayasayı Koruma Dairesi’nin görevlilerini süregiden duruşmadaki “iyi işbirlikleri” için övdü. Yetkililerin “ihmallerinin” düzeltilmesi için de ayrıca bir soruşturma kurulu yetkiliydi.
Federal savcılık için NSU olaylarının aydınlatılmasından ziyade sanıkların olabildiğince çok hüküm giymelerinin önem taşımasından korkuluyordu. Bu durum NSU araştırma heyetinin yakın bir zamanda çalışmasını sonlandırması ve bu şekilde NSU’nun ve eylemlerinin kurumsal incelenmesiyle ilgili olatak geriye sadece Münih’teki davanın kalması açısından iyiye işaret değil. Bu nedenle bu davada eleştirel ve kamu tarafından algılanabilir bir müdahil davanın yanısıra bağımsız ve eleştirel bir dava takibi ve ona eşlik eden bir araştırmanın varlığı daha da önem kazanıyor.
14 Mayıs’tan sonra öncelikle dilekçelerin incelenmesi ile devam edildi. Ralf Wohlleben’in avukatı Nicola Schneiders üçüncü duruşma gününde müvekkiline karşı yürütülen davanın takipsizliğine dair sunduğu dilekçeyle Wohlleben’in savunmasının ne yöne gideceğini açık etti. Tutuklanmasına dek faal bir Neonazi olan Wohlleben ve aynı camiadan avukatları Schneiders ve Klemke, davanın politik şekilde yürütülmesine niyetlendikleri gibi bu esnada cinayet dizisinin kurbanlarının anılmasını bile “erken hüküm” olarak eleştirmekten çekinmediler.
Keupstrasse davasının tecridi yine gündem dışı
Üçüncü günün sonuna doğru Hakim Götzl’ın 2004 yılında Köln’de gerçekleşen çivili bomba saldırısını davanın kalanından ayrılmasına dair açıkça dile getirdiği düşüncesi gerilime neden oldu. Bu düşüncenin arkasındaki sebep bu olayla ilgili daha fazla müdahil davacının davaya ekleneceği ve bu yüzden mahkeme salonunun kapasitesinin yetersiz kalacağı yönündeki endişeydi. Ama işin aslı böyle bir mekan problemi yok, çünkü daha fazla müdahil davacının katılması beklenmiyor. Üstelik bir tecrit hem politik hem de tarafsız bir açıdan yanlış olurdu. Köln’deki Keupstrasse’de gerçekleşen saldırı, ırkçı motivasyonla teşebbüs edilmiş bir cinayetler dizisi ve bir propaganda eylemi olarak NSU eylemlerinin merkezinde yer alıyor. Davanın ayrılması bu olaylar dizisiyle ilgili davanın takipsizliği anlamına gelir. Kimi müdahil dava avukatlarının bir basın bildirisinde belirttikleri üzere, “Beate Zschäpe, ana davada saldırı söz konusu olmadan yaşam boyu hapis cezasına çarptırılırsa, Keupstrasse saldırısıyla ilgili davayı Ceza Muhakemeleri Usülü Kanunu’na göre (…) durdurmak mümkün olabilir. Çünkü o zaman bombalı saldırıdan dolayı gerçekleşen bir mahkumiyet artık büyük bir önem teşkil etmeyecektir.” Saldırının kurbanları da böylece müdahil dava avukatı Alexander Hoffman’a göre yeniden ikinci sınıf vatandaşlar haline getirilecektir: “Ve böylelikle NSU’nun kazanacağı bir başarıya yardım etmiş olunur.”
Genel huzursuzluk üzerine Götzl duruşmanın dördüncü günü olan 16 Mayıs’ta, davaların ayrılmasının an itibariyle planlanmadığını açıkladı. Günün sonunda sanıklara konu hakında fikir beyan etmek isteyip istemedikleri soruldu. Sürpriz olmayan şekilde Beate Zschäpe, André E. ve Ralf Wohlleben görüş bildirmeyecekler. Ancak Wohlleben’in savunması bir savunma açıklaması yapacaklarını bildirdi. Sanıklar Holger G. ve Carsten S. ise görüş bildirecek. Carsten S. sorulara da cevap verecek. İfadesini önümüzdeki hafta 4 Haziran’dan itibaren vereceği tahmin ediliyor.