Friedrich Burschel ve Isabella Greif’ın kaleminden bir kitap eleştirisi
“Burada altıncı bir sanığın daha oturması gerekirdi!” diye bağırıyor konuşmacı kürsüsündeki adam ve ekliyor: “Devlet!” Kürsünün ardındaki kişi, Münih Eyalet Mahkemesi’nde görülen NSU davasının müdahil avukatlarından Daimagüler. Daimagüler, 13 Haziran 2001’de Nürnberg’de “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” (NSU) tarafından öldürülen Abdurrahim Özüdoğru’nun beş kardeşini ve bunun dört yıl ardından yin Nürnberg’deki döner dükkanında öldürülen İsmail Yaşar’ın kızını temsil ediyor. Daimagüler 2017 yılı Kasım ayında, bu 387. duruşma gününde müdahil avukatların ilk mütalaalarından birini sunuyor ve bununla birlikte kendinden sonraki meslektaşları için buzları kırması gerekiyor. Bunu kendini adamış bir şekilde yapıyor ve tam Alman devleti ile devlet makamlarını sorumlu göstermeye, özellikle de polis ve Federal Savcılığı kurumsal ırkçılıkları nedeniyle eleştirmeye giriştiği anda baş sanıklardan Beate Zschäpe’nin eski savunmasının saldırısına uğruyor: Avukat Wolfgang Stahl onun planlarını altüst ederek Daimagüler’in sunumunun gereksiz derecede ayrıntılı olduğunu ve içerdiği “devlet eleştirisinin” bir mütalaada yeri olmadığını belirtiyor. Daimagüler’in sözünün kesilmesine neden olan bu aralar, nadir görülen bir ittifakla Federal Savcılık ve diğer müdahil avukatlar tarafından reddedilse de Zschäpe’nin acımasız inatlarıyla bilinen eski avukatları Daimagüler’in sözünü daha çok kereler kesecekler ve bunu devletin ve onun makamlarıyla gizli servisinin NSU kompleksindeki ve sağ terörün benzer vakalarındaki -Daimagüler’in “hukuk devletinin nükleer erimesi” olarak tabir ettiği- rolüne dair hiç de gereksiz ayrıntılara girmeyen ve konunun temellerine değinen bir açıklamada bulunması nedeniyle yapacaklar. Daimagüler ertesi gün “kurumsal ırkçılık” tabirinin provokasyon olarak görülüp şiddetli bir savunma tepkisine yol açtığından bahsederek sözlerine devam ediyor: Daimagüler’e göre sorun ırkçılık değil, onun ne şekilde konu edildiği. O noktada Zschäpe’nin avukatı Wolfgang Heer sırasını beklermişçesine müdahale ederek Daimagüler’in yaptığının politik bir konuşma olduğunu ve bir mütalaada yerinin olmadığını açıklıyor. Hatta meslektaşı Stahl söylenenleri dava katılımcılarına hakaret olarak görüyor. Daimagüler mücadelesini sürdürerek “NSU’nun ardından hayatta kalanların, müvekkillerimin burada filtrelenmemiş bir şekilde aktardığım görüşünü ve onları susturamayacaksınız” karşılığını veriyor.
Ve Daimagüler’in kapsamlı, sağduyulu ve tutkulu şekilde mütalaada bulunduğu üç gün aynı hareketlilikle devam ediyor. Devlet ve devlet makamlarına “saldırılarını” tarihi bağlamına oturttuğunda, örneğin Lübeck’teki Hafenstraße’de bulunan bir mülteci sığınağının 1996 yılında 10 kişinin ölümüyle sonuçlanan kundaklamasına yönelik soruşturmalar ve 2016 yılında Münih’teki Olympia Alışveriş Merkezi’nde gerçekleştirilen ırkçı katliama yönelik soruşturmalar arasındaki benzerliklerden bahsettiğinde Daimagüler’in sözünün kesileceği kuşkusuz.
Daimagüler’in mütalaasının verilen tüm araların, rahatsızlıkların ve parça parça edilmesinin kısa süre ardından kitap formatında yayınlanması büyük bir şans olarak nitelendirilebilir. Bu onun ilk kitabı değil. Daha önceki yayınları ve açıklamalarına bakıldığında Daimagüler’in rüzgarın estiği yöne giden, FDP hattındaki “entegrasyon emsalinden” ırkçı şiddet ve Nazi şiddeti mağdurlarının itaatsiz ve ırkçılık karşıtı avukatına şaşırtıcı dönüşümünü izlemek mümkün. Onu 5 Nisan 2012’de kimliği bugün hala bilinmeyen biri tarafından Berlin’de sokak ortasında öldürülen Burak Bektaş’ın yakınlarının yanında olduğu gibi Lüneburg’da eski SS subayı Oskar Gröning’e karşı yürütülen davada müdahil avukat olarak da görmemize neden olan bir dönüşüm bu.
Daimagüler Almanca ismi „Empörung reicht nicht! Unser Staat hat versagt. Jetzt sind wir dran. Mein Plädoyer im NSU-Prozess“ (Türkçesi: “Öfkelenmek yetmez! Devletimiz başarısızlığa uğradı. Artık sıra bizde. NSU davasındaki mütalaam”) olan kitabıyla bizi “ırkçılık hakkında (…) onun tüm görünümlerini ele alan ve sözünü esirgemeyen bir tartışmaya davet ediyor ve bu tartışma ile dava ve toplum arasında çoğu zaman algılanan ayrımı ortadan kaldırıyor. NSU davası onun için Almanya Federal Cumhuriyeti tarihinin en önemli ceza davalarından biri olarak “ülke ve toplum olarak kendimizi algılayışımızı” şüpheye düşürüyor. Daimagüler kitabında bir müdahil avukat olarak bulunduğu mütalaasından daha fazlasını sunuyor. Mütalaasını birebir aktarmadan önce Şansölye Merkel’in olayları aydınlatmaya yönelik tutmadığı sözü ele alarak devletin aradan geçen zamanda iyi bir şekilde belgelenmiş olan başarısızlığı üzerinden toplumsal sorumluluğa işaret ediyor, çünkü: “Hepimiz başarısızlığa uğradık.” Daimagüler ikinci bir NSU vakasını engellemek söz konusu olduğunda Alman toplumunu bekleyen zorluklardan bahsediyor ve o noktada “Almanların yeni ‚öteki korkusuna’” değiniyor. Irkçılığa karşı verilen mücadelede “vurdumduymazlık ve körlük” nedeniyle başarısızlığa uğramamak için Daimagüler ırkçılıkla “isyanın acı verdiği” yerde savaşmaktan daha azının yapılmamasını talep ediyor.
Daimagüler’in kapsamlı mütalaası müvekkillerinin davadan beklentileriyle, yani bir yandan ırkçılığın cinayet serisinin merkezi motifi olduğu gerçeğinin altı çizilerek NSU’nun işlediği suçların diğer yandan da “emniyet görevlilerinin” oynadıkları rolün tamamen aydınlatılması beklentisiyle başlıyor. Müdahil avukat devletin uğradığı başarısızlığı ayrıntılı şekilde ortaya koyarak NSU davasında iddia makamı görevini gören Federal Savcılığı “ayrıntılı bir aydınlatma” sürecinin “yoluna taş koymakla” eleştiriyor. Özellikle de sadece NSU’nun eylemleriyle değil devlet yetkililerinin NSU’nun hayatta kalan mağdurlarına yönelik tutumuyla da sarsılan kamu huzurunun yeniden sağlanmamış olduğunu hatırlatıyor.
Daimagüler Max Horkheimer’in bir sözünü uyarlayarak yaptığı “NSU hakkında konuşmak isteyenler ırkçılık konusunda susmamalılar” vurgusuyla kurumsal ve toplumsal ırkçılık hakkında “konuşmanın imkansızlığına” değiniyor ve konuyu sürekli bozulan kamu huzuruna getiriyor. Anayasayı Koruma Dairesi’nin suç ortaklığını ayrıntılı şekilde konu ediyor. Bu dairenin yapısal eksiklerini organize Neonazizmi göz önünde tutarak gösteriyor ve somut bir şekilde NSU ağına ve muhbir ve ajanların bu destekçi yapısına dahil olmasına değiniyor. Daimagüler İçişleri Gizli Servisi’nin tutumunu genel olarak sorguluyor ve onun NSU ile ilgili soruşturmalardaki tutumunu “Susmak, Gizlemek ve Yoketmek” olarak özetliyor.
Davanın politik boyutunu sürekli vurgulayarak Federal Savcılığın müdahil davacılara tekrar tekrar yönelttiği “davayı gereksiz şekilde politize etme” suçlamasını kararlı bir şekilde reddediyor. Daimagüler “polisimizin önyargılarını” NSU’nun öldürdüğü kişilerin yakınlarını kriminalize etme çabası aracılığıyla belgeliyor. Daimagüler’e göre durmadan inatla mağdurların aleyhine hareket edilmiş olduğu suçlamasına karşılık öne sürülen argüman aile çevresinde ayrıntılı soruşturmalar yürütülmesinin genel geçer bir pratik olduğu. Daimagüler şu yorumda bulunuyor: Ama yapılanların boyutu tüm makul ölçüleri ve mantığı aştı. Daimagüler eleştirisini ırkçı cinayet serisinin dokuz kurbanının yakınlarına yönelik yaklaşımı, sosyal çevrelerine büyük oranda dokunulmayan polis memuresi Michèle Kiesewetter cinayeti ( ve iş arkadaşı Martin A.’a yönelik cinayet teşebbüsü) ile karşılaştırarak daha da açık hale getiriyor. Daimagüler’e göre soruşturma yaklaşımlarındaki bu farklılık, tüm kurbanlar “beyaz Almanlar” olsaydı soruşturmalar benzer şekilde mi yürütülmüş olurdu sorusunu gündeme getiriyor ve bu sorunun cevabı ona göre açıkça “hayır”.
Daimagüler dava süresince üç “duruşma temsilcisi” tarafından temsil edilen Federal Başsavcının olayları aydınlatma isteğinin azlığını gündeme getiriyor. Eleştirisi özellikle de politikaya yönelik çünkü politik talimatlara bağlı bir müdür olarak Federal Savcı “politik görüşlerin etkisinden bağımsız değil”. Daimagüler NSU cinayet serisinin hukuki açıdan ele alınışını lafı uzatmadan devletin başarısızlığı olarak yorumluyor. Çünkü NSU’nun “izole bir üçlü” olduğu tezine çok erken ve inatçı bir şekilde tutunulması mahkemede beş senedir ele alınan delillerin sonuçlarıyla ve NSU’nun destekçi ağı hakkındaki tüm bilgilerle çelişiyor. Daimagüler üçlü tezini bu yüzden “ideoloji” ve “yanlış yönlendirilmiş bir yorum çizgisi” olarak tanımlıyor. Federal Savcılığın bloke etmeye yönelik tutumu, davada devletin ve toplumun NSU’nun işlediği suçlardaki sorumluluğu ne zaman konu edilse o zaman gün yüzüne çıkıyor. Daimagüler Federal Savcılığın kendini herkesden çok sorumlu hissettiği devlet çıkarlarının, NSU‚un işlediği suçların aydınlatılmasının ve gelecekteki olası benzeri olayların engellenmesinin önünde engel teşkil ettiğini belirtti.
Müvekkillerinin davadan beklentisi devletin gerçeği ortaya çıkarmak için elinden geleni yapmasıydı. Ama bu ne Federal Savcılık tarafından ne de Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nin Devlet Güvenliği Senatosu tarafından yapıldı. Daimagüler NSU davasında verilen hükmün bir başlangıç olmasını umuyor: “Bu davadan öğreneceğimiz bir şey varsa o da kendi ırkçı tutumumuzun farkına varmak, dışlama ve ayrımcılığa karşı çıkmak olmalı”. Daimagüler’in son çağrısı, davanın aydınlatma çabalarının sonu olmaması gerektiği yönünde: “Sıra biz vatandaşlarda” diyor Daimagüler. Çünkü devlet NSU kompleksinin gereklerini yerine getiremedi. “Öfkelenmek yetmez!” NSU davasında verilen hükmün edilecek son söz olmaması talebine çok önemli bir katkı sağlıyor.
Mehmet Daimagüler, Öfke yetmez!: Devletimiz başarısız oldu – Şimdi sıra bizde. NSU (Nationalsozialistischer Untergrund – Nasyonal Sosyalist Yeralti örgütü) davasında mütalaam. Bastei Entertainment. E-Book: 9,99 €