Davadaki mütalaa süreçleri esnasında duruşma günlerine ait özetleri yayınlayacağız. Bunlarla ilgili söz konusu özet tutanaklara ise daha sonra yer vereceğiz.
NSU Davasındaki 05.12.2017 Tarihli 394. Ana Duruşmanın Özeti.
Müdahil avukatların mütalaasının sekizinci günü.
Bugünkü duruşmada Mehmet Kubaşık’ın en genç oğullarını temsil eden Antonia von der Behrens, geçen duruşmada başladığı mütalaasına devam eder. NSU’nun 04.11. 2011 tarihinde kendini ifşa etmesinin ardından hadiselerin açıklığa kavuşturulmasını hangi aktörlerin, ne türden yollara, araçlara başvurarak engellediklerini ele alacağını açıklar. Nihai sunumun ikinci kısmına geçmeden önce kaba hatlarıyla özet geçer: „Henüz üzerinden altı gün geçmişken, 11 Kasım 2011 tarihinde, Anayasayı Koruma Dairesi’nde sadece ilk dosyaların imha edilmesiyle kalınmadı; ayrıca Federal Savcılık ve BKA kovuşturmaların hangi boyutlarda sürdürüleceği de kararlaştırdı.
Burada semptomatik olan BKA’nın NSU Kompleksinden sorumlu kovuşturma biriminin ‚BAO NSU’ değil de ‚BAO Trio‘ başlıklı bir tanımlamaya gitmesidir. NSU, Mundlos, Böhnhardt ve Zschäpe’den oluşan yalıtılmış bir üçlü olarak algılanmış ve GBA inatla, sonraki altı buçuk yıl içerisindeki tüm verilere, olgulara rağmen ilk dönemlere ait bu saptamadan caymamıştır. GBA’nın temsilcilerinin mütalaası da bunu açıkça göstermektedir. Altı buçuk yıllık süre içerisindeki kovuşturmaların neredeyse tamamı, Frühlingsstraße’de ve Eisenach’daki karavanda ele geçirilen delillerin değerlendirilmesi ile beş sanık hakkındaki soruşturmalardan ibarettir. „Örneğin olay yerlerinde, failleri destekleyen kişilerden yola çıkılarak ele alınabilecek soruşturma ipuçlarının takibi yapılmamıştır.„ Aşikâr olan daha fazlasıdır: „Anayasayı Korumanın sahip olduğu bilgiyle NSU’nun ve cürümlerinin meydana gelişindeki kendi payı davanın dışında tutulmak zorundaydı.“ Kovuşturulan şebeke büyüdükçe kurumların bilgi sahibi olmadığı düşüncesi inandırıcılığını yitirecekti; bu aynı şekilde kurumların bu suçta payı olmadığı düşüncesi için de geçerliydi. V. d. Behrens: „Dahası: Eylemlerini tecrit edilmiş bir halde gerçekleştiren bir trio tezi, gerçekteki tehlikeyi ve beraberinde Almanya’daki militan Nazi yapılanmasının gerçek boyutlarını gizlemektedir.”
Antonia v. d. Behrens bunları müteakiben Anayasayı Koruma’nın rolünü ayrıntılı bir şekilde ele alır. Bu esnada üç aşamaya değinir.
„1. Anayasayı Koruma Dairesi’nin kurumları, NSU kompleksine ilişkin önemli bilgileri, soruşturmayı yürüten kurumlardan 4 Kasım 2011 sonrasında da saklı tutmuşlardır.
2. Anayasayı Koruma Kurumları, hadiselerin açıklığa kavuşturulmasında önem arz edebilecek evrakları imha etmişlerdir.
3. Tanık olarak gösterilen Anayasayı Koruma çalışanları ve muhbirler, mühim bilgileri ya saklı tutmuşlar ya da gerçeği söylememişlerdir.”
Birinci aşamada v. d. Behrens, hangi muhbirlerin hangi bilgileri verdiğinin tam olarak bilinmediğini irdeler. Bunun sonucu olarak da dava açısından önem arz eden tanıklar dinlenememiştir. BfV’nin ve LfV’nin pek çok etkinliği bir şey bilmedikleri iddialarının aksini göstermektedir. „Bu noktada von der Behrens, pek çok şeyin yanı sıra LfV Thüringen’in „Drilling“ adlı operasyonunun dosyalarını ele alır ve muhbirlerden birinin kimliğine ilişkin yeni bilgilere değinir: BfV’nin „Teleskop“ isimli kaynak kişisinde söz konusu olan kişi Ronny Ar.’dır.“ Bu kişinin kimliği, Federal Meclis İkinci Araştırma Komisyonu’nun 2017 Ağustos’unda yayınlandığı rapor ve Thüringen İkinci Araştırma Komisyonu’nun 30 Kasım 2017’de Ar.’i sorgulaması üzerine açıklık kazanmıştır. Ar. Schultze’nin güvendiği bir dostuydu ve yıllarca onu desteklediği gibi Ralf Wohlleben ile de sıkı bir diyalog içindeydi.“ Von der Behrens, „ilk kez birkaç gün önce hakkında bilgi verilen „SS-Siggi“ lakaplı Dortmund’lu Neonazi Siegfried Borchardt’ın muhbir karakterini“ de ele alır.
İkinci aşamayla ilgili olarak v. d. Behrens, Anayasayı Koruma Daire’sinin bilgileri imha ettiğini ve örtbas ettiğini söyler: „4 Kasım 2011’den sonra Anayasayı Koruma Daire’sinin farklı kurumlarında çok sayıda dosyanın imha edilmesi ile ‚Konfetti‘ adlı operasyon aleni bir şekilde Anayasayı Koruma Daire’sinde delil olarak gösterilebilecek materyalleri imha etmeyi amaçladı.“ V. d. Behrens, dairenin yönetim biriminin de hadiseleri örtbas etme işini karıştığını söyler ve 2011 öncesinde de edinilen bilgilerin imha edildiğini açıklar. Dosyalar kaybolmuş ya da yasalara aykırı olarak imha edilmiştir: „Ne kadar sık gerçekleştiği dikkate alındığında bu bir tesadüf olamaz.”
Ardından v. d. Behrens Anayasayı Koruma Dairesi’nin ve muhbirlerin duruşmadaki sorgulanmaları meselesine gelir. „Bu hadiselerin açıklığa kavuşturulmasını engellemede başvurulan üçüncü yöntemdir.“ Muhbirler ile onların idarelerinden sorumlu olanların ifadelerinde bir çeşit duvar örmüşlerdir.
İkinci bölümde v. d. Behrens, federal savcılığın mani olduğu noktaları ele alır. Bunu üç farklı düzlemde izah eder:
1. „GBA vaktinden evvel NSU’nun yalıtılmış bir üçlü olduğu tezi saptamasında bulunmuş ve kovuşturmalarını sadece bu doğrultuda yürütmüştür. Ayrıca Neonazi camiasının mühim şahıslarını bilerek kovuşturmalara dahil etmemiş, bir başka deyişle korumuştur.
2. GBA, kovuşturmalara ilişkin oldukça önemli sonuçları mahkemeye ve davaya katılan taraflara sunmamıştır. Kovuşturmalarla ilgili gelişmeler Zschäpe’ye karşı açılan davadan ziyade bilerek başka davalarda ele alınmıştır. GBA’nın söz konusu dosyalara ait unsurların ibrazı ve bu dosyalara bakma izni talep eden dilekçelerle ilgili kararları keyfi olmuştur.
3. GBA, bilerek Anayasayı Koruma Dairesi’nin rolünü, özellikle de muhbirlerin rolünü, iddianamenin ve kovuşturmaların dışında tutmuştur; yani bununla ilişkili kovuşturmaları fiilen gizli tutmuştur.
GBA diğer cezai kovuşturmalardan sadece özenle seçtiği dosyaları ana duruşmaya sunmuştur. Böylece nelerin ibraz edilip nelerin ibraz edilmeyeceğini kendi inisiyatifleri doğrultusunda belirlemişlerdir. V. d. Behrens, trio tezi ile kendilerini kısıtlayarak kovuşturmaların verimli bir şekilde ilerlemesini engellemiş olduklarının altını çizer. Bu boşluklar davada kendini göstermiştir. GBA bilerek 2011 öncesi yapılan kovuşturmaların gerisine düşmüştür. Bununla birlikte Neonaziler korunmuş; ancak müdahil avukatların kanıtların değerlendirilmesine ilişkin dilekçeleri sayesinde bazı şeyler kovuşturulabilmiştir. Bunların tümü “GBA’nın aynı delil etrafında dönüp durması” sayesinde olmuştur.”: “GBA, NSU’nun yalıtılmış üç kişilik bir gruptan oluştuğunu iddia etmiştir; bu nedenle de grubun çevresinde kovuşturma yürütmeye gerek görmemiştir; çünkü onun bu versiyonuna göre zaten eylemlerini tümüyle tecrit altında sürdüren bu kişiler diğerlerine karşı hiçbir şeylerini açmamışlardır. Eylemlerini tümüyle tecrit altında sürdüren bir trio tezi, kovuşturmalar çerçevesinde yeniden gözden geçirilmemiş; bilakis kovuşturmaları başlatmamak ve müdahillerin soru ve dilekçelerini karşılıksız bırakmak için bir argüman olarak kullanılmıştır.”
Zschäpe’nin savunma avukatı Stahl konuşmayı böler; ancak müdahalesi reddedilir; ardından v. d. Behrens, GBS ile ilgili kısmı sonlandırır: „GBA iddia ettiği gibi tek tek her taşın altına bakmak yerine yanlış olduğunu bildiği halde pek çok ‚taş’a dokunmamış, olduğu gibi bırakmıştır. NSU’nun boyutu, şebeke ve devletin suça ortak olması meselelerini aydınlığa kavuşturmamıştır.”
V. d. Behrens eyalet yüksek mahkemesine yönelir ve sorar: „Anayasa Kurumu ile Federal Savcılığın sergiledikleri muvazaada Münih Eyalet Yüksek Mahkemesinin mahkeme heyeti hangi rolü üstlenmiştir?” Yanıt verir: “Mahkeme heyeti – şüphesiz mühim birkaç istisna dışında- iddianamenin sıkı direktiflerine sadık kalmış ve müdahillerin hadiselerin aydınlığa kavuşturulması talebinin yerine getirilmesinde yardımcı olmamıştır.” Mahkeme hadiselerin aydınlığa kavuşturulması talebini dar bir kalıp içerisinde değerlendirerek Anayasayı Koruma’yı da sakınmıştır. Bazı muhbirler ile muhbirlerin idarelerinden sorumlu kişiler mahkemeye çağrılmışsa da pek çoğu çağrılmamıştır. Bu konuya ilişkin bazı anlaşılmaz kararlara varılmıştır: “Hatta mahkeme heyeti iki kararında yanlış anlaşılmaya imkân vermeyecek bir şekilde koruyucu bir tavırla kendini Anayasayı Koruma Dairelerinin önüne atmıştır. Mahkeme, Anayasayı Koruyanlar ile Rainer Görlitz ve Andreas Temme adlı tanıklar için aldığı kararları ile ki bu kararlar davayı takip eden herkes için tümüyle anlaşılmazdır, tavrını açıkça ortaya koymuştur: Görlitz ve Temme mahkeme salonunda bulunan tüm gözlemcilerin gözü önünde o denli yalan, gerçek dışı şeyler söylemişlerdir ki, onların sorgularına katlanmak çok zor olmuştur. Ve yine de mahkeme heyeti her iki tanığın ifadesini de inanılır tayin ederek onlara iyi hal kâğıdı vermiştir.”
Mütalaasının sonunda Antonia v. d. Behrens, vefat eden meslektaşı Angelika Lex’i hatırlatır: „O, Yvonne Boulgarides’in müdahil avukatı, Bavyera Anayasa Mahkemesi Hakimi ve bir antifaşistti. Dava başlamadan önceki bir konuşmada şöyle demiştir: ‚Meselelerin kapsamlı bir şekilde aydınlığa kavuşturulmasını talep ediyoruz: sadece şu an sanık olan kişilerin hadiselerdeki payının değil, yapılanmanın tamamının açıklığa kavuşturulmasını talep ediyoruz. Bizler kurbanların seçimine kimin dahil olduğunun, olay yerlerini gözetleyenlerin, kaçış yollarını sağlayanların, faillere kalacak yer sunanların kimler olduğunun açıklığa kavuşturulmasını talep ediyoruz. Bizler bu davada sorumluluğun sadece muhtelif birkaç faile yüklenmesiyle sınırlı bir çalışmaya ve diğer tüm suçluların ceza almadan bu davadan sıyrılmalarına izin vermeyeceğiz. Kurbanlarına ve yakınlarına bunu borçluyuz!’
Gerçeği ortaya çıkarmak ve yüzeysel, basit açıklamalarla yetinmemek, aksine derinlere inip uçurumlara bakmak. Kovuşturmayı yürütenler, sözüm ona Anayasa Koruyucuları ve devletin pek çok kurumu şimdiye değin bunlara bakmamak için gözlerini sımsıkı kapadılar; çünkü geniş sağcı bir terörist şebekenin kılına bile zarar gelmeden polisin kovuşturmasından kurtuldukları, devletin kimi kurumlarından lojistik, finansal ve hatta muhtemelen direkt personel desteği alarak on yıldan fazla bir süre ölüm saçarak Almanya’yı baştan sona dolaştıkları hakikatini kabul edip itiraf etmek istemediler.” V. d. Behrens şöyle bitirir: “Dava başlamadan önce dile getirilen talebin yerine getirilmemiş olduğunu açıkça belirtmiş oldum.”
Ardından müdahil avukat Dr. Björn Elberling’in mütalaasına geçilir; onun müvekkili NSU’nun Aralık 1998’te Chemnitz’te gerçekleştirdiği bilinen ilk soygunu esnasında adam öldürme teşebbüsünün kurbanı olmuştur. Mütalaasını NSU’nun soygunları hakkında yapacağını belirtir: “NSU’nun soygunları haklı olarak davanın merkezini oluşturmamıştır – ancak cürümlere ilişkin toplanan deliller ve kovuşturmalar kimi mühim çıkarımlarda bulunulmasını sağlamıştır; bunların bazıları NSU, yapısı ve cürümleri ile ilgilidir; diğerleri ise polisin, Federal Savcılığın, Milli İstihbaratın 04.11.2011 öncesi ve sonrası rolüyle ilgilidir.” Toplanan delillerden elde edilen sonuçlara bakıldığında NSU’nun üyeleri 1998 ve 2011 yılları arasında hayatlarını idame ettirmek ve cinayetlerle saldırıların finansmanını sağlayabilmek için keskin silahlar kullanarak en az on beş soygun gerçekleştirmişler ve bunlardan en az ikisinde görgü tanıklarına öldürmek amaçlı ateş açmışlardır. Zschäpe ve Eminger, bu soygunlardan dolayı kapsamlı bir cezaya çarptırılmalıdırlar. Böhnhardt ve Mundlos korkunç derecede vahşi ve acımasız davranmışlardır: „Pek çok mağdur burada, mahkeme salonunda sorgulanırken cürümlerin üzerinden on yıldan fazla bir süre geçmiş olduğu halde yaşadıkları travma halen net bir şekilde hissedilmiştir. „ Müvekkilinin başı ve üst gövdesi yönüne doğru ateş etmişlerdir; havaya doğru değil. Sparkasse Bankası’nın Zwickau, Kosmonautenstraße’de bulunan şubesine yapılan soygunda Uwe Böhnhardt, oradaki bir stajeri yakın bir mesafeden karnından vurmuştur: „Sadece lojistik açıdan işledikleri bir suçta gösterdikleri vahşetin boyutları bile onların vahşetini ve insanları nasıl aşağıladıklarını görmemize izin vermektedir ki NSU katilleri bu vahşet ve aşağılamayla birlikte ideolojileri doğrultularında cürümlerini işlemeye başlamış ve nefret ettikleri ‘yabancı’ları başlarından vurarak ve çivili bombalarla öldürmeye koyulmuşlardır.” Elberling, Wohlleben’in savunma makamının Böhnhardt ve Mundlos husunda olduğu gibi ırkçı eylemlerin psikolojik açıdan ele alınıp bir drama dönüştürülmesine itiraz eder: “Söz konusu psikolojik bastırma mekanizmaları, savunma tepkileri ırkçı suçların bir neticesidir.”
Erberling NSU’nun soygunları meselesine geri döner. Bu soygunlar, onları destekleyen şebekeye ilişkin çıkarımlarda bulunmayı sağlamaktadır. Pek çok şey bu cürümlerin camia tarafından bilindiğini hatta desteklendiğini göstermektedir. Bunun neticesinde destek sağlayanların hiçbiri NSU’nun keskin silahlara sahip olduğu ve bu silahları kullanmaya hazır olduğu bilgisinden mahrum kalamaz. Erberling, müvekkilinin yaşadıklarının önce herhangi bir soruşturmaya tabi tutulmadığı, ancak müdahil avukatların ve mahkemenin ısrarlı talepleriyle bunun gerçekleştiğini söyler. Onu bulmak da hiç zor olmamıştır. Jena’daki son otobüs durağındaki saldırıya maruz kalanlar da benzeri bir muameleye tabi tutulmuşlardır. Ancak ilk kez müdahil avukatların araştırmaları neticesinde sadece basit bir „dövüşme“ olarak geçiştirilen saldırının mağdurlarının kim olduğu tahkik edilmiştir. Elberling soygunlara ilişkin soruşturmaları ele alır: „Soygunu soruşturanlar, –tanık ifadelerinin değerlendirilmesi, vakanın oluş şekli ya da failin yönteminin denetlenmesi, diğer cürümlerle karşılaştırılması gibi- gayet sıradan kriminal metotlarla faillere yakınlaşabilme imkanına sahiplerdi. Seri cinayetleri, seri cinayet olarak görüp ele alma becerisine bile sahip olmayan kişilerin cinayetleri soruşturma biçimlerinin oluşturduğu tezat, yapısal ırkçılığın esaslı bir ifade edilişi ve sonucudur ki bu yapısal ırkçılık cinayetlerin kovuşturması aşamasında etkili olmuş, kendini göstermiştir. Elberling, NSU Kompleksinin bakış açısının yaptıkları soyguna büyük oranda yansıdığını söyleyerek konuyu özetler: „NSU üyelerinin dehşet verici vahşeti ve pervasızlığı, onların kendilerine yardım ve yataklık eden şebeke ile olan bağı, yalıtışmış üç kişilik bir örgüt olduğu tezinden hareketle devletin yüce çıkarları gereği kovuşturmaların alanının daraltılması ve soygunların açıklığa kavuşturulmasına – ve belki de böylece diğer cinayetlerin engellenmesine de- mani olan Anayasayı Koruma’nın rolü.”
Bu mütalaayı müdahil avukat Alexander Hoffmann’ın nihai sunumu izler. Hoffmann, Münih’teki bu davada Keupstraße’de düzenlenen saldırıya maruz kalan iki kişiyi temsil etmektedir. Hoffmann öncelikle her iki müvekkili ile ilgili açıklamalarda bulunacağını belirtir. Ardından NSU’nun ideolojisine yönelir: bu seri cinayetlerin tamamını, bombalı saldırılarla çok sayıda insanın canına kastetmeyi, Almanya’da yaşam hakkını sembolik olarak ve bilhassa vatandaşların bir bölümünün elinden almaya çalışan cürümlerin içerdiği bu mesajı, siyasi olarak haklı çıkarmaya çalışan bir ideoloji söz konusudur.“ Hofmann mütalaasının ilk kısmını şu başlık altında sunar: “: „Niemand wird vergessen – Hiç unutmadık, unutmayacağız.“
Hoffmann, müvekkilinin bombalı saldırı esnasında arka taraftaki odada bulunduğunu söyler. İlkin şöyledir: „Bombanın direkt etkisiyle yaralandığı açık bir şekilde belli olmayan kişiler patlayan bombanın kurbanı olarak görülmemiştir. Bu bakış açısı yanlış olmakla birlikte duruşmada kabul görmüştür.” Hoffmann, müvekkilinin neden müdahil olma hakkının olduğuna dair Zschäpe’nin savunma makamının sorduğu soruya karşın şu argümanı getirir: “Bu, faillerin cürümü işlerken binada oturanların hepsinin ölümünü göze alıp almadıkları sorusuna bağlı bir meseledir. Zschäpe’nin, 32 vakada adam öldürme girişiminde bulunmak ve 32 kişinin canına kastetmekten hüküm giymesine dair beklenti, nihayetinde hiçbir şeyden korkmayan, haklarında ısrar eden müdahillerin bir kazanımıdır.” GBA bu on kişiyi mahrum bırakmak istemiştir. Hoffmann: „Müvekkilimin sorgulaması ve onu tedavi eden doktorların tavrı aşağılayıcıydı. Ancak müvekkilim bu davranışlar karşısında yılmamış, aksine güçlenmiştir! O bu davada toplanan delillerin sadece mevzusu olmamış; tam tersi harekete geçen kişi olarak davadaki yerini bulmuştur.”
Hoffmann 392. Duruşmada düşüncelerini bizzat dile getiren müvekkili Arif S.’nin sözlerini alıntılar: “Ben Neonazi olduklarını söyledim; polisler ise “pişt” diye sus işareti yaptılar ve bunun üzerine ben de daha fazla bir şey söylemedim.” Müvekkili bir röportajda herkes için eşit şekilde mevcut olan bir hukuk sistemi dilediğini belirtmiştir; bir grup insanın dikkate alınmadığı bir sistem değil. Ayrıca sokaklarında eşitsizlik ve dışlanma tasavvuru olmaksızın insanların bir araya geldiği bir Almanya dilemektedir. Aşağılayıcı bakışlardan ve dışlayıcı tavırlardan uzak.
Hoffmann ikinci kısmını NSU’nun ideolojisine ayırdığı nihai sunumuna devam eder. Sunumunu şu başlık altında yapar: “Sınırlardaki insanlar bizim çağırdığımız hayaletlerdir; lakin her çocuk hayaletlerin vurulamayacağını bilir.” Hoffmann: „NSU’nun ideolojisi ile ilgili münakaşa bir tür hezeyandır; ‚ırklar’ olduğu, etnik açıdan tanımlanan halklar olduğu ve bir halkın kültürünün herhangi bir şekilde ait olduğu ‘ırkla’ alakalı olduğu gibi bir düşünceyi içerir.” Bu, beyaz bir ırk tasavvurunun ideolojisidir ya da sözüm ona var olan ve aidiyetinin–tercihe göre- kan, genler ya da ten rengi ile belirlendiği Alman halkının sonunun geldiği gibi uydurma bir sanıyla, kendilerini ‘kutsal bir ırk savaşı içinde’ görmelerinin ve bu nedenle mütemadiyen meşru müdafaa içinde bulunmalarının ideolojisidir. Hoffmann, Neonazi camiasının orjinal metinlerinden birkaçını alıntılar ve açıklamada bulunur: „Bu ideoloji temel alındığında NSU’nun cürümleri ve cinayetleri manidar, çok net bir şekilde hesaplanmış ve hatta neticede başarıya ulaşmıştır; çünkü toplumun Almanlar ve yabancılar olarak ikiye bölünmesini sağlamıştır.” Hoffmann, toplumdaki bu bölünmenin bilinen tüm NSU üyelerinin ve onlara yardım ve yataklık edenlerin ideolojisine yüzde yüz uygun düştüğünü vurgular. Bu ideoloji THS, Blood & Honour, NPD, Hammerskins’lerde mevcut olduğu gibi Alman toplumunu sağa sürükleyen„ Höcke ve Gauland’ın AfD’sinde de mevcuttur. Hoffmann 1990’lı yıllara geri döner: “Jena biriminin üyeleri ki bunların arasında Gerlach ve Wohlleben adlı sanıklar da bulunmaktadır; ideolojilerinin temelini silahlı eylemlerin zorunluluğu üzerine kurmaları yönünde tartışmalarda bulunmuşlardır ve bu ideolojiye göre hayatta kalmaları ancak çok sayıdaki diğer farklı halk gruplarının sürülmesiyle teminat altına alınabilir ve bu uğurdaki her eylem kendilerince uydurulmuş “soykırıma” karşı kendi halkının devamının sağlanması için bir meşru müdafaa olarak haklı çıkarılabilir.
Ralf Wohlleben’in konsantrasyon güçlüğü yaşadığını bildirmesi üzerine avukat Hoffmann mütalaasını bitiremez. Dava bu şekilde saat 15:35’te sonlanır.
NSU-Nebenklage blogunun değerlendirmesi.